GÜVERCİN GÖLGELİĞİ
Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Dokuz Eylül Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldum. Hâlen bir devlet okulunda İngilizce öğretmeni olarak görev yapıyorum.
Kitap yazma maceranız nasıl başladı?
Kırşehir’in küçük bir ilçesinde doğdum. Ablamların her sabah okul servisiyle il merkezine gidişleri, dersleri, sınav hazırlıkları, onları gözlemleyişim ve onlara öykünerek kitaplarla erken yaşta haşır neşir olmam temeli sağlam bir disiplini de beraberinde getirdi. Öykü ve masallardan gani gani nasibini almış bir ailenin içine doğmak ve Güvercin Gölgeliği‘nde de karşılaşacağınız üzere “kendi köklerini kucaklayan” büyüklerin olduğu bir çevrede yetişmek, detaycı ve meraklı yanımı besledi. İlk defa ilkokulda yazmayı denedim. Hatta öykünün baş kahramanının adı Ali’ydi. Ortaokulda da denemelerim oldu, sonra vazgeçtim. Kelimelere olan tutkumun derinliğini lise yıllarında fark ettiğimde hayatıma yön verecek bir karar alıp dil bölümünü seçtim. Başka bir lisanın sularına açılmak ve onun akışını keşfetmek yaratıcılığımı perçinlediği gibi hayatın cümbüşünü de önüme serdi. 2014 Kasımı Güvercinlik Vadisi’ni örten solgun bir akşamüstü ilk romanımı yazmaya karar verdim. Yıllardır biriktirdiklerim içimden taşmaya ve dalları komşu evlerin pencerelerine sarkan bir ağaç gibi serpilmeye başladı.
Kitabınızın yayınlanma aşamasındaki deneyimlerinizden söz edebilir misiniz?
Bundan dört sene evvel yazdıklarımın bir kısmını paylaştığım
bir ustadan sağlam bir eleştiri aldım. Yolun başındaydım ve karakterler benimle, duygularımla öyle iç içeydi ki o karmaşadan çıkamayacağımı zannedip “Ben bırakıyorum,” dedim. Tam da o günlerde karşıma Sait Faik Usta’nın adanmışlığının ve kelimelere olan bağlılığının nasıl da her şeyin önüne geçtiğini resmeden sözleri karşıma çıktı:
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Benim için yazmak da bir parça delilik demekti, zira bir hayal âleminden size ait olamayacak karakterler devşiriyordunuz ve her birinin kendine has, kontrol edilemeyen bir ilerleyişi vardı. Ben de deli olmaktan korktuğum için kâğıdı kalemi bir kenara attım ta ki hayat beni “Yazmasaydım deli olacaktım,” meydanında indirinceye kadar. Derin bir nefes alıp ayak direyen yanımla o koskoca bilinmezliğe dalıp yazdım ve kitabın yayınlanma aşamasında yakınlarımın ve yayınevimizin kıymetli çalışanlarının yorumlarıyla ve destekleriyle gördüm ki yazıya teslim olabilmek o kadar da korkulası bir durum değil. Öyle ki, basım tarihinden kısa bir süre öncesine kadar kitapta çok şey değişti; önceden olsa elim ayağıma dolaşır, telaşlanırdım. İlhamı kovmadan onun pırıltılı davetine eşlik etmeye karar verdim, farklı olarak. Bu aşamada benim için en unutulmaz an karakterlerle dans edip onları uğurladığım ve onların kendi yollarına düştüklerini gördüğüm an oldu. Kendi içimde yepyeni bir yolcuğa çıkabileceğimi de anladığım an…
Kitabınızda en etkileyici bulduğunuz yer neresidir?
Tek bir yer yok aslında. Hikâyelerin zamanda süzülen ve birbiri içine açılan yanlarını, umutla birbirine ilmeklenmesini seviyorum.