TABUT
Bize kendinizi tanıtır mısınız?
1991’de, henüz yıkılan duvarın enkazı sıcakken Berlin’de doğdum. İlk dokuz yılımı orada geçirdim. 2000 senesinde kesin dönüşle Türkiye’ye, baklavanın ve gastronominin başkenti Gaziantep’e taşındık. İlköğretim 4.sınıftan eğitimime devam ettim. O zamanlar Türkçe, fen bilgisi ve sosyal bilgiler dersleri en büyük problemlerimdi. “Bir dakikada kaç kelime okuyabilirsin?” yarışmalarında hep sonuncu olmak ağırıma gidiyordu. Yapım ekleri, çekim ekleri şu gün bile iz bırakanlarım arasında. Birazcık azimle ve içimdeki sorumluluk duygusuyla liseyi güzel bir Anadolu lisesinde okumayı başardım. Fakat en güzel günlerimi geçireceğimi umduğum zamanlarım, hiç tahmin etmediğim ve her insanın başına gelebilecek bir hastalıkla başlamış oldu. 6 yılımı alan bu hastalık süreci, bana sabrı, hoşgörüyü, küçük şeylerle mutlu olabilmeyi ve birazcık da olgunluk kattı. İç sesimle düşman değil de dost olmayı öğretti. Gözlemlemeye ve çıkarımlarda bulunmaya, insanların canını sıktığı ufak ayrıntıları anlamaya çalıştım. Üniversite eğitimimi fen-edebiyat fakültesinde, matematik bölümünde aldım. 2014 yılında Kilis’te memurluğa, 2017’deyse Gaziantep’te öğretmenliğe başladım. Otuz yıllık hayatımın yarısı kâğıtlara, kalemim aracılıyla duygularımı dökmekle geçti.
Kitap yazma maceranız nasıl başladı?
2005 yılında lenfomayla (lenf kanseri) tanışınca “geçmiş olsun” hediyesi olarak gitar alındı. İlk olarak kendi başıma, sağdan soldan bakarak gitar çalmayı öğrendim. Ardından, beste yapmaya ve üzerine sözler yazmaya başladım. Sözü ve müziği bana ait olan ellinin üzerinde bestem var. Hastalığım esnasında, bana moral kaynağı olan lise yıllarımda, tiyatroyla tanıştım. Sahnede olmak bana güç veriyordu ama yeterli değildi benim için. Yazmaya olan ilgim, o zamanlarda söz yazarlığına ek olarak yeni bir kimlik kazanıyordu. “Zebaniye Rüşvet Versem Alır mı?”, “Müsait Yerde Aşık Var?”, “Kuduruk” ve “La Grande” adında yazılmış oyunlarım mevcut. Aynı zamanlarda şiire karşı bir merakım da oluştu fakat çok istikrarlı ve kararlı bir şair olmayı başaramadım. Üniversite yıllarımda ilk romanımı yazma girişiminde bulundum. Polisiye kurgu olarak “Kâhin” isimli romanımı 2016’da tamamladım ve yeni projelere başladım. Öykü ve deneme yazma girişimlerim sonucu öykü yazarlığının beni daha çok keyiflendirdiğini fark ettim ve toplumsal sorunları, görünmeyen ama var olan sınıfsal farklılıkları, güncel konuları öykülerimde farklı pencere ve yaşam şartlarıyla ele almaktan keyif aldım. “Annemin Kuşları” ve “Fecri Günler” yazımına devam ettiğim romanlarımdır.
Kitabınızın yayınlanma aşamasındaki deneyimlerinizden söz edebilir misiniz?
Açıkçası yazılarımın başına geçince kendimi hiç yalnız hissetmiyordum. Kafamdaki karakterler, kişilikleri, onlara yön verebileceğim bahtları, hepsi sağlam bir kalabalık oluşturuyordu zihnimde. Ama yazılarım bitip de yazılanlar bir köşeye bırakılınca hepsi dosyaların arasında beni yalnız bırakıyorlar. Esas zor kısım, kalemi bırakıp her şeyi bitirdikten sonra başlıyordu. Sizin için hoş gelen bir başkasının hoşuna gitmeyebilirdi. Luna Yayınevi, dosyamı üç dört gün gibi kısa bir sürede okuyup olumlu bir dönüş yaptıktan sonra üzerime yalnızlıktan sıyrılmış bir Martin Eden havası sindi. Artık yazdıklarınızı okuyan en az bir insan, sizin zihninizden dökülenlere şahitlik edenler vardı. Bu tarifi mümkün olmayan bir histi. Yayınlanma sürecinde her fırsatta benimle istişare halinde olmaları, her fırsatta bana fikrimi sormaları bu süreçte ne kadar deneyimli olduklarını gösteriyordu. Sağlam karakterli bir yayınevi size olumlu yönde deneyimler kazandırıyor.
Kitabınızın en etkileyici yönü nedir?
Tüm insanların bir iç sesi vardır. Düşünce sesi, kafa sesi vs. Bu, çoğu zaman bir düşman çoğu zaman da bir sırdaş olabilir. Çoğu insan bu iç seslerinin yardımıyla hareket eder, başarıya ulaşır veya kaybeder. Ama birçokları da, özellikle insanlar tarafından dışlanmış olanlar, iç sesini dahi kendisine düşman beller ve ondan gelecek hiçbir öneriye güvenmez. Bu saatten sonra böyleleri için işler daha çok zorlaşır. Sıradan insanlar, bu seslerle günlerini bir küs bir barışık olarak geçirmeye alıştığı için pek zorluk yaşamaz fakat yalnızlıkla başı dertte olan insanlar için ikilem, kuşku ve korku dolu düşünceler peyda olur. Bunun sonucunda net kararlar almak kolay olmasa gerek. Kitabımda böylesi bir karakterin aşk ile tanışması ve aşkını elinde tutmak için gerçek düşüncelerini saklaması ön planda. Birçoğumuz buna “yalan” desek de o, açığını gizlemeye çalıştığı bir hareket olarak görüyor bunu.
Söyleyemediklerimiz, söylerken asıl söylemek istediklerimizi örtbas etmemiz; iş akışı, hayat döngüsü için hepimizin başvurduğu yollar. Söyledikten sonra sonuçlarından korkacağımız için içimizde biriken tüm pişmanlıklarımız besleniyor aslında. Yalnızlık ve beraberinde gelen yanlışlıklar…